Diyanet-Sen Genel Merkezi
“28 Şubat” Ürettiği Mağduriyetler Giderildiğinde Sona Ermiş Olacak!
“28 Şubat” Ürettiği Mağduriyetler Giderildiğinde Sona Ermiş Olacak!
Darbe anayasasının başat vesayet kurumlarından Milli Güvenlik Kurulunun 28 Şubat 1997 tarihindeki kararlarıyla Refah-Yol hükümetine yönelik gerçekleştirdiği illegal müdahale, daha doğru tabirle darbe, Türkiye için yeni bir cendereye alınmayla sonuçlandı. Esasen 28 Şubat, o meşum MGK toplantısının toplantı tarihiyle anılsa da aslında 90’lı yılların başında başlayan ve 2000 yılının ilk çeyreğine kadar devam eden bir darbeler süreci olarak görülmelidir.
Milleti ve beklentilerini önemseyen siyasetin güçlenmesini irtica tehdidi olarak niteleyenler gerçekte vesayetlerinin ve buna dayalı paylaşım zeminlerinin yok olmasından, güçlerinin irtifa kaybetmesinden korktular. Çünkü Refah-Yol hükümetinin faiz lobisini rahatsız eden yaklaşımları ve Siyonizmle birlikte Batı dünyasını endişelendiren D-8 girişimleriyle vesayetçi çevrelerin tepkisini çekecek yerli bir siyaset izliyordu. Bu tepki 28 Şubat’ta vesayetçi çevrelerin sivil ve askeri kanatlarının birlikte hareket ettiği bir müdahaleye dönüştü. Bir yandan cuntacılar Sincan’da tankları yürütürken diğer yandan “Beşli Çete” denen cunta tetikçisi sivil toplum örgütleri ile malum medya darbenin sivil ayağını oluşturdular. Sivil-asker cuntacı kesimler, hem kendi alanlarında darbeyi meşrulaştırma hem de el birliği ile bu derin operasyonu gerçekleştirme çabalarına hız verdiler.
Siyonizm ve Batı destekli bir müdahale olan 28 Şubat;
Türkiye’de yeni bir vesayet katmanı üretmek,
Giderek temayüz eden milleti tehdit etmek ve iradesini ortadan kaldırmak,
İnancın toplumsal görünümünü hayatın bütün alanlarından dışlamak,
Faiz lobisinin talebiyle ve küresel bir operasyonla Anadolu sermayesini saf dışı bırakmak, İslam dünyası için umut, daha da önemlisi özgüven daveti olan D-8 projesini akamete uğratmak,
Devleti hortumlamayı engelleyen ve devletin kasasını milletin kasasına dönüştüren “Havuz Sistemi”ni kaldırmak için gerçekleştirildi.
Küstahça bir tavırla bin yıl süreceği deklare edilen 28 Şubat, küresel istikbarın yerli müstekbirleri tarafından gerçekleştirilmiş bir darbe olma yanında, çalışma hayatından ekonomiye, eğitimden medyaya, asker ve sivil bürokrasiden belediyelere, siyasetten meclise ve hatta hükümeti devirmeye varan geniş bir yelpazede hem dini değerleri hem de mütedeyyin insanları doğrudan hedef almıştır. Öyle ki bu amaçla insanı ve onurunu yok sayan bir vesayet terörü estirildi. Bütün ülkede vahşi bir toplum mühendisliğine girişildi.
Siyasal zeminde var olan vesayetin, sosyolojik düzlemde de var edilmesi için üniformalı bir mimari çalışma yürütüldü. Vesayetlerinin keskinliğini göstermek için namaz kılandan oruç tutana, başörtüsüyle görev yapandan üniversiteye devam edene hemen herkes kamu hizmeti görmekte ya da almaktan men edildi. Yaptıklarının doğru olduğunu göstermek için ikna odaları kuracak kadar yoldan çıkan bu güruh ikna edemediklerinin haklarını imha etmeye yeltendi.
Milletin parasıyla kurulan üniversiteler milletin başörtülü kızlarına turnikelerle yasaklandı. Yetmedi önce İmam Hatiplilerin üniversiteye gidiş yolu sonra da İmam Hatipler kapatıldı. Bütün bu dayatmalar, zorlamalar ve zulümler sadece kamu hizmetleriyle sınırlı kalmadı, vesayet treninin özel sektör vagonları da kendi mecralarında benzer zulümler yaşattı ve kendi alanlarıyla sınırlı bir av başlattı.
Bu süreçte milyonlarca kişi “Batı Çalışma Grubu” tarafından fişlendi. Bu sayede fişleyen ve vesayete boyun eğmeyenleri dışlayan bir devlet pratiği hakim kılındı. Kişiler ve sermaye grupları yanında mütedeyyin kişilerin yoğunlaştığı sivil toplum kuruluşlarına da jandarma ve polis eliyle operasyonlar düzenlendi, yalan bilgiler, sahte belgelerle ve her yanı vesayet kokan manşet haberlerle bu kuruluşların müntesipleri baskı altına alındı, hukuki varlıkları sonlandırıldı. Daha da vahimi bu insanlar brifingli yargı mensupları tarafından hukuksuz bir şekilde hapse atıldı. Bu yolla toplumun bütününe yönelik bir korku atmosferi oluşturuldu. Milli Medya büyük bir baskı altına alındı. Anadolu sermayesine, “Ya vesayete boyun eğeceksin ya vesayete kurban gideceksin!” tehdidiyle cumhuriyet tarihinin en büyük sermaye kıyımı gerçekleştirildi.
Refah-Yol hükümeti, siyaset üzerine kurulan baskı ve yürütülen tanklarla istifa ettirildi. Refah Partisi, vesayet sisteminin yargıdaki en büyük temsilcisi olan Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Yolsuzlukları engelleyen havuz sistemi ve ufuksuzluğa son veren D-8 çalışmaları durduruldu. Ülke büyük bir krize sürüklendi. Bu süreçte 28 Şubat’ın cuntacı komutanlarının yönetim kurullarına getirildiği finans sektöründe büyük bir hortumlama süreci başladı. Yüz milyarlarca dolar, vesayeti yeniden kuranlar ve onları alkışlayanlar arasında paylaştırıldı.
Evet, bin yıl sürecek denen darbe süreci ortadan kalktı. Darbecilerin getirdiği yasaklar ortadan kaldırıldı, özgürleşme ve demokratikleşme ile birlikte 28 Şubat darbecileri yargılanmaya başlandı. 28 Şubat’ta yürüyen tankların paletleri çöpe atıldı ancak o paletlerin kamu vicdanlarında açtığı yaralar kanamaya devam ediyor. Mağduriyetlerin bir kısmının hala sürdüğünü görmek ve bunların da sona ermesi için çaba sarf etmek zorundayız.
28 Şubat’ta brifingli yargı kararlarıyla hukuksuz cezalara çarptırılan mahkûmların mağduriyetlerinin giderilmesi için gerekli adımların atılması, cezaevinden çıkmış olanlarınsa mağduriyetlerinin tazmin edilmesi gerekmektedir.
Adaletin tesisi ve kamu vicdanının rahatlatılması; o süreçte zarar gören herkesin maddi ve manevi zararlarının tazmin edilmesi yanında, 28 Şubat zulmünü üreten ve ortak olan herkesin cezalandırılması ile mümkündür. Dolayısıyla mağduriyetler giderilmeden ve suçlular cezalandırılmadan 28 Şubat -en azından toplumun bir kesimi için- devam ediyor olacaktır.
Mütedeyyin halkın diğer değişle çevrenin elit merkeze karşı siyasal alanda giderek görünür hale gelerek yönetimde etkili olmaya başlaması, kendisini devletin sahibi gören “kökü dışarda” vesayetçi elitleri her zaman rahatsız etmiştir. 1960’da Adnan Menderes’e, 1980’de toplumun bütün kesimlerine ve 28 Şubat’ın da içinde yer aldığı 90’lı yıllarda mütedeyyin çevrelere karşı uygulanan tasfiye hareketi, 2000’li yıllarla birlikte milletin iradeyi tekrar ele alması sonrasında farklı görünümlerle devam ettirilmeye çalışılmaktadır. 2007 yılında 27 Nisan, 6-8 Ekim Kobani bahaneli kalkışma ve çukur terörü, 7 Şubat ve 17-25 Aralık yargı kaynaklı darbe teşebbüsleri, Gezi kalkışması ve nihayet 15 Temmuz FETÖ darbe teşebbüsü bu girişimlerin farklı görünümleri olarak tarihe kaydedilmiştir. Bütün bu süreç bize, vesayetçi güruhun vesayeti yeniden tesis etmek noktasında boş durmadığını, durmayacağını göstermektedir. Çünkü bu güruh, idarenin ve iradenin millette olmasından hiçbir zaman hazzetmedi. Onlar egemen değil, vesayet karşısında boyun eğen millet istiyorlar. Milletimiz de bunun farkında, vesayetin yeniden hakim olmaması için üzerine düşeni büyük bir fedakarlıkla yapmakta kararlı olduğunu 15 Temmuz’da göstermiştir.
Milletimizin bu bilinci yüklenmesinde ve gereğini yerine getirmesinde siyasi öncülerin etkisinin anılması ve unutulmaması vefa gereğidir. Bu çerçevede 28 Şubat darbecilerinin doğrudan hedef aldığı 54. Hükümetin Başbakanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın hiç şüphesiz özel bir yeri var. O milletinin ifadesiyle “Savunan Adam” kimliği ile 28 Şubat’ın darbe ikliminde milleti adına çalışmaktan, milleti için yönetmekten ve bu kadim coğrafyanın öncü devleti olan Türkiye’yi iç çatışmadan koruma refleksinden hiç vazgeçmedi. İçeride güçlü, medeniyet coğrafyasıyla iş birliği içerisinde küresel sömürü sistemine karşı direnç geliştiren Türkiye idealiyle siyaset yapmaya, herkesi kucaklamaya, inandığını söylemeye ve yaşamaya devam etti. Bu noktada millet iradesinin hâkim olmasında ve inkıtaa uğratılmamasında büyük emeği olan Necmettin Erbakan hocamızı saygı ve minnetle yâd ediyor, yüce Allah’tan onun için rahmet diliyoruz.
Bir daha bu ülkede 28 Şubatlar olmayacak. Çünkü bu millet artık iradesine sahip çıkma noktasında rüştünü ispat etmiştir. Bu bağlamda, darbe üreten sistemin ve darbeci düşüncenin bütün tortularıyla ortadan kalkması için 16 Nisan’da yapılacak anayasa değişikliği referandumu yepyeni bir imkândır.
Memur-Sen ve Diyanet-Sen olarak, Millet ve Emek İçin “EVET” diyeceğimizi ilan ettiğimiz referandumun milletten onay almasıyla kurulacak yeni Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile darbe üreten bürokratik oligarşi ve vesayet sistemi tümüyle ortadan kalkacak, milletin dirayeti ve etkili karar alma mekanizmalarıyla darbe niyeti niyet edenlerin kursağında kalacaktır.